Genesis




Tanrı altıncı günün sonunda yeryüzüne baktı ve insanı yarattı.

İnsan savaştı, üşüdü, yedi, yendi, yenildi, anladı, ağladı ve sonunda durdu.

İnsan durunca yalnız kalmasın diye Tanrı sevgiyi yarattı.

Sevgi, insanın birisiyle birlikteliğinin bilinciydi. Bu bilinç kendi kendimize izole

olmamamızı, bağımsızlığımızdan feragat ederek bilinçlenmemizi sağlamalıydı.

İnsan sevgiyi yanlış yorumladı.

Yalnız kalmamak için değil, özgürlüğünden feragat ederek ne kadar yüce bir

varlık olduğunu kendine kanıtlamak için sevdi insan.

İnsan doğru sevebilsin diye Tanrı aileyi yarattı.

İnsan aileyi yanlış yorumladı.

Sevginin kan bağıyla olacağını zannetti. Oysa kan kanundu. Kanunun olduğu

yerde mantık vardı, mantığın olduğu yerde antlaşma. Ve bütün antlaşmalar

sevgiyi bitiriyordu.

İnsanın sevgiyi ilk hissettiği an, kendine yeterli olmadığını fark ettiği andır. Bu,

kendini bilmektir. Ve Adem’in cennetten atıldığı zamana denk gelir.

Sevgiyi ikinci hissettiği an, kendisini bir başkasının içindeki karaktere ait

olduğunu hissettiği andır. Bu, yetinmektir. Ve Adem’in Havva’ya aşık olduğu

zamana denk gelir.

Aşk bu yüzden en muazzam çelişkidir:  kendi kendine yetmemenin

farkındalığıyla yetinebilmek.

Aidiyet



“Gel hele gel...” diye çekiştirdi kolundan garsonun. Saati üç beş liradan akşam 6 sabah 2 çalışmışlardı. Canları çok sıkkın, ter içinde ve yorgunlardı. ‘Hele gel’ çağrısına gidilmemesi için bir neden yoktu. İki garson bulaşıkhanenin kapısına yanaştılar. Her zaman bulaşıkhane olmazdı davetlerde. Genellikle davetlilerden kalanlar gece kamyonete doldurulur, yıkanmak üzere depoya götürülürdü. Bu davetin kendisi de, sıkıntısı da, ama bulaşıkhaneden dolayı eğlencesi de büyüktü. Kapının eşiğinde durup içeriye göz attılar. Bulaşıkhanenin tertemiz kalaylı tezgahı, ayna gibi parlatılmış kap kacak dolapları, boş bulaşık sandıkları, üç tane veledin içinde tüm yazı memnuniyetle geçirecekleri büyüklükte bulaşık küveti ve tepesinde solgun bir davlumbazı vardı. Odanın diğer tarafında bulaşıkçı bulaşık makinesinin önünde dizlerinin üzerine eğilmiş tapınırcasına düğmelere bakıyordu. Ayağa yanındaki boş bulaşık kasalarının içine, tezgahın üzerine şöyle bir baktı son kez. Makinenin han kapısını andıran kapağında kendi siluetini belli belirsiz görüyordu. Garson bir an akisleri göz göze geldi sandı, çekti kafasını içeriye. “Bak şimdi” diye fısıldadı yanındakine. Göz ucuyla eşikten içeriye bir kere daha baktı, parmaklarının ucunda bulaşıkhaneye süzüldü. Masaya çıt çıkarmadan vardığında önlüğünün cebindeki ucu tereyağlı kahvaltı bıçağını çoktan çıkarmıştı. Bıçağı masaya bıraktı ve gerisin geri siper aldığı kapı eşiğine geri döndü. Diğer garsonu dirseğiyle dürtüp kıkırdamaya başladı.
Bulaşıkçı ritüelini bitirdi, kocaman kırmızı şalteri indirdi. Makine çağlamaya, devasa tamburu yavaş yavaş dönmeye, pervanesi zangırdamaya başladı. Yan taraflarındaki havalandırmalardan ılık ve ekşi kokular yükselmeye başlamıştı. Garsonlar bulaşıkçının suratını görmüyorlardı ama gözlerini kapayıp bu sesleri bir senfoniyi dinler gibi dinlediğini biliyorlardı. Bulaşıkçının 400 kişilik servisi elleriyle yıkama derdinden kurtulduğu için bu kadar mutlu olduğunu sanıyorlardı. Elbette gecenin yükü kolaylamıştı ama makinenin de ayrı dertleri vardı. Bu kadar tabak çanak ve bardağı tek seferde, kırmadan, çizmeden dizmek büyük hüner demekti. Bulaşıkçı işinin hakkını verirdi. İşine saplantı derecesinde aşıktı. Hiç bir bulaşık yığını aynı makineye iki kere aynı muntazamlıkta dizilemezdi. Hepsinin yeri ayrı, hepsinin yeri özeldi. Ailesinde otomobil monte eden, duvar düzenler onaylamasa bile o da endüstriyel devrime bulaşıkları dizmesiyle katkıda bulunuyordu. Kafasında bu düşüncelerle makinenin önünden doğruldu, etrafına son bir kez gururla bakarken tezgahın üzerinde sırıtan kahvaltı bıçağını gördü. Dinine imanına küfredilmiş gibi dişlerini kenetledi, dudağını ısırdı. Masanın başına koşarken neredeyse tökezliyordu. Bir eliyle bıçağı aldı, diğer eliyle masaya okkalı bir yumruk indirdi. ”Lan!” diye bağırdı boş odaya. Nasıl görmemişti ufacık bıçağı, nasıl adapte olacaktı makinenin içindeki şahesere bu parça? Öyle alelade köşeden sıkıştırılamazdı içeriye, bütün denge bozulurdu. Hızlı adımlarla makinenin başına döndü, bir yandan iki parmağıyla bıçağın ucunu mıncıkladı. Tereyağı diye düşündü...Garip, bugün tereyağı servis edilmemiş olması lazımdı...Sinirleri çok bozulmuştu.
Bunları kendi kendine söylüyor, içinden küfrediyor sanmıştı ama eşikteki garsonlar dinlemişlerdi bütün tiyatroyu. Davetlerde bulaşıkhane olması onlar için veli nimetti. Her seferinde iş bittikten sonra bulaşıkçıya bu meslek şakasını yapar, sonra götü boklu bir kahvaltı bıçağı, bazen bir küllük veya çay tabağı için kendini harap edip bütün makineyi tekrar boşaltıp doldurmasını izlerlerdi. Bulaşıkçının işi uzundu. Makinenin içindeki bütün rafları indirdi, kasaları masanın üzerine koydu. Tek tek çıkartıyordu bulaşıkları...İçine izmarit doldurulmuş kuru yemiş kaseleri, biraya viski katılmış rakı kadehleri, kenarında ruj izi olan bir küllük...”Yuh!” dedi kendi kendine...
Eve vardığında hava ağarıyordu. 3 göz evinin iki yanındaki damları yıkan belediye dozerinin yanından geçti, işgal ettikleri arsa çocuk parkına denk geldiği için belediyenin dokunmadığı gecekondusunun kapısına vardı.
Kapıyı açınca burnuna kesif bir alkol ve havasızlık kokusu doldu. Kimseyle karşılaşmak istemiyordu. Mutfakta dayısını gördü. Mutfak masasına oturmuş, akşamdan kalma ağzı yarım açık, iki günlük sakalının kenarına salya sızdırıyordu. Üstünde yıllardır giyilmekten dirsekleri parlamış, dördüncü astarı görmüş kahverengi takımı, düğümü göbeğine kadar indirilmiş vişne çürüğü kravatıyla horulduyordu. Son takatini de üstü lekeli kravatı çıkarırken harcamış, çözmeyi de beceremeyip uyuyakalmıştı.
Masanın üzerindeki onlarca sanat galerisi kitapçıkları, fotoğraf sergisi broşürleri, mezunlar derneği duyurularının yanına sabah işe giderken aldığı gazeteyi bıraktı. Gözü masadaki bukle bukle kadın peruğuna ilişti, eline alıp burnuna götürdü, suratını ekşitti.
“Kalk yerine geç” dedi dayısına buzdolabına doğru yürürken.
Dayı kan çanağı gözlerini açtı.
“Nerde kaldın ya, hani makina vardı?”
“Tereyağ mı istettiniz siz?”
“Yoo...On gün önceki davetteydi o.”
“İyice dağıtmışınız bu sefer.”
“He ya, uzun sürdü...bak ama bunu cebe attım çıkarken” dedi ve cebinden küçücük bir saksının içine dikilmiş avuç içi kadar bir kaktüs çıkardı.
“Vestiyerde duruyordu bu...”
“He ya, anan da kürk aşırdı bir tane...” diyip öksürmeye başladı.
“Allah aşkına küllükteki ruj lekesi neydi?”
Kahkaha atmaya başladı dayısı. “Madam sapıttı bu sefer...ordövrlerle şarap, pastayla köpüklü şarap...bir de en son viski dağıtılınca...küllüğü kadeh zannetmiş...”
“Şu peruğunu havalandıralım” dedi dayısı masadan ağır ağır kalkarken ve “Yakında var mı başka davet?” diye sordu.
Tel dolabın yanındaki takvime baktı bulaşıkçı. “Çarşamba Yunan konsolosluğunda kadın fotoğrafçıları sergisi var...”
Dayısı yer döşeğine varmıştı bile çoktan.

3 göz gecekondu halkı davet edilmedikleri davetlere girerlerdi. Çoluk çocuğa kuru pasta ve şeker, muhabbet kuşlarına kuruyemiş araklarlar, dayı bıkmadan, madam bıktığından her nevi alkolü tüketir, davet edilenlerin vestiyerde unuttuğu ceketlerin ceplerine kaktüs, sağlamsa çatal, bir keresinde altın bilezik, genellikle çakmak, sigara paketi, kalem, broşür vesaire koyar eve dönerlerdi.

Bulaşıkçının hayalinde makine mühendisi olmak vardı

İstasyon



Masanın başında üç kişilerdi.

En solda hacı meyhaneci oturuyordu. Kendini bildi bileli gözlerine karalar indiren bir baş ağrısından şikayet ederdi. Hekim efendi karasu hastalığı demiş, çok ışıkta ve gürültüde durmamasını tembihlemişti. Hepi topu 4 lüks lambasıyla aydınlattığı meyhanesi her zaman loştu fakat gürültüye bir şey yapamıyordu. Her gece eve ağrıdan gözleri yaşlı döndüğünde eşinin dostunun yalvarmalarına kulak asmaz, meyhanesini asla başkasına emanet etmezdi. Hakkını vermek lazım, işine karşı titizdi ama ağrılarının bile önüne geçen bu hırsın asıl nedeni komi hesap kitapla, aşçıbaşı terazinin kantarıyla oynar diye duyduğu evhamdı. Her sabah meyhanesini bizzat açar, son sarhoş hamalın küfesine yerleştirilinceye kadar işin başında dururdu. Meyhane gürültüsü her gece sonunda başına ağrı olarak saplana saplana bütün hafta birikir bir daha da geçmezdi. Yaşlı kalbi yarım sürahi şaraba dayanamayan köy muhtarının cenazesine katıldığı gün bir mucize gerçekleşti. Ne hikmetse meyhanenin gürültücü müdavimleri çıt çıkarmadan namaza durduklarında meyhanecinin ağrılarından eser kalmamıştı. İlacı tenhanın değil, aynı kalabalığın sessizliğiydi. Ya On Emir’e karşı çıkıp her hafta birinin canına kıyacak, ya da ağrılardan mustarip kafasını kullanacaktı. Velhasıl meyhaneci her cuma cami kubbesinin altında bir araya gelip sessizce niyaz eden meyhane müdavimlerinin arasına ilaç niyetine usul usul sokulmaya başladı. Kaderin cilvesi bu ya, cuma namazı gavur meyhanecinin dermanı olmuştu. İşte bu yüzden yıllardır onu her cuma en ön safta gören köy halkı meyhanecinin imana geldiğini zannedip, ona hacı lakabını bahşetmişleri. Baş ağrısı azalmasına azalmıştı ama vicdan azabına da bir çözüm gerekirdi.

Ortada oturan meyhanecinin sakar komisiydi. Sanki zembereği kurulmuş gibi hafta sonları bir, hafta içleri iki saatte bir elindeki tepsiyi yere düşürür, pilaki piyaz pilav, kap kacak, çatal bıçak ne var ne yoksa yerde patlardı. İşin aslı sakar filan değil, emir kuluydu. Müdavimlerin içki sohbeti harlanıp gürültü meyhaneciye iğne gibi saplanmaya başlamadan, patronunun talimatı üzerine elindeki tepsiyi çaktırmadan yere bırakıverirdi. Korkunç şangırtı akşamcıların gürültüsünü bıçak gibi keser, kendilerine geldiklerinde daha kısık sesle kaldıkları yerden devam ederlerdi. Gürültünün yine tavan yapması kalabalık günlerde bir, boş zamanlarda iki saati bulur, vakit geldiğinde komi tepsiyi bir daha yere bırakırdı. Meyhanecinin bir nebze olsun kafasını dinlemesini sağlıyordu ama ahalinin gözünde sakardı ve köy kuruldu kurulalı sakara kız verilmezdi.

Üçüncüsü köyün edepsiz feylesofuydu. Yaşıtlarından yıllar önce okuma yazmayı sökmüş, saban yerine kalem, bağ bağca yerine ilim irfana dalmış, bir zamanlar köy ahalisinin medar-ı iftiharıydı. Hele hele yazmaya karar verdiği kitabı duyan köylüler muazzam ümitlenmiş, köyün şanının yürüyeceğini, çevre köylerin kıskançlıklarından çatlayacaklarını düşünmüşler, hatta Kaymakam Bey’in takdirlerini bizzat sunmak için köyü ziyaret edeceğini iddia edenler bile olmuş. Ensesinde ahalinin nefesi, bağ evine kapanıp şaheserini yazmaya başladıktan ondört yıl sonra hanımı kahrından ruhunu Azrail’e, feylesof da altıyüz küsur sayfalık ilk nüshasını matbaaya teslim etmiş. Aksilik bu ya, günbegün artan heyecanından dolayı kitabın adını ‘Tenasüh’ yerine ‘Tenasül’ yazınca önce bütün köyün alay konusu olmuş, derken çevre köylerde ibret olarak gösterilmiş, en sonunda da Kaymakam Bey’in makamında vatandaştaki ahlak yoksunluğu nutuklarında anlatılmış. O günden sonra ne köy ahalisi feylesofun yanına yanaşmış ne de ağzından bir kelime duyan olmuş. Elinden kalemi bırakıp, kendini meye vermiş.

Gelen trendeki çığırtkanın sesiyle irkildiler;
“Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin! Yedi düvelin en muhteşem gösterisi Babil vilayetinden köyünüze teşrif etmiştir!

Altı balık üstü kul Gahşigar’ı, çıplak elleriyle yeni dünya öküzünü tuş eden alt dudağı yerde üst dudağı arşta Marûni’yi, acar kahraman Alâeddin’in cihanın merkezinden çekip çıkardığı, ovdukça içinden üç dileğe derman olan ecinnisinin çıktığı efsunlu lambayı kendi gözlerinizle görün!”

Neyse…Ne diyorduk?




 
“Bu topraklarda iki şey değerlidir: hikayeler ve sıcak.
Buraları hayal kurmak için fazla sıcaktır. Hikayelerin amacı hayal kurmayı kolaylaştırmak, kapıları aralamaktır. Hikayeler hiç bir şey söylemez, ihtimalleri çoğaltırlar. 
Hikayenin araladığı kapıdan süzülüp istediğin yöne uçabilmek için ne zeka gerekir, ne dikkat. İhtiyacın olan sadece sabırdır. Sıcağa ne kadar tahammül edersen hikayeyi o kadar fazla dinler, o kadar fazla kapı aralarsın. Sıcağa dayandıkça olasılıklar sonsuz olur.
 
Devam edeyim mi anlatmaya? Sabrın var mı sonuna kadar dinlemeye?
 
Hikayelerde aslolan isimlerdir. Hikayeler der ki; canlı veya cansız, ruhlu veya ruhsuz, bir şeyin ismini bilirsen ona hükmedersin. Sence demir, ejderhanın nefesinden koruyabilir mi eti? Peki ya aşk ejderhaya kılıç savurmaya yetecek cesareti verir mi? Elbette hayır. Muzaffer şövalye ejderhanın ismini bilendir. Batı hikayeleri söylemez bunu.
Doğu hikayelerinde şövalyeler yoktur ama Zerdüştler vardır. Ateşperez Zerdüştlerin en büyük korkusu ateşten yaratılmış olan Anka kuşudur. Ejderhadan hallice Anka kuşu ölümsüz değildir ama her gün küllerinden yeniden doğar. Tutiname’de bir papağan anlatır Anka kuşunun ölümünün gerçek hikayesini. Anka kuşunun yerküreden eski ismini öğrenen 7 yaşında bir velet son vermiştir hikayeye.
İsmini bildin mi özünü bilirsin. İsmini bildin mi yaratır, yok edersin. İsmini bildin mi değiştirirsin. Ama unutmaman gerekir ki, bir şeyi değiştirdiğin zaman hikayenin kalanındaki denge de değişir. Bir yerde açtın mı kapıyı, cereyan başka bir pencereyi  kapatır. Hikayenin kanunu budur. Sessizlik olmadan sözün, karanlık olmadan ışığın, ölüm olmadan yaşamın bir anlamı yoktur.
 
Burada ismimizi bizden alabilmek, bizi değiştirmek için çok uğraştılar.  Hikayemizin her tarafından çekiştirdiler. Bir yerde ateş yaktılar, diğer yer gölgede kaldı. Bir bez parçasını göndere çektiler, beri taraf kefensiz kaldı. Birine medeniyet dediler, komşusu haysiyet diye yakardı. 
 
Şövalyeler ismimizi bizden alabilmek için binyıllardır hikayeler anlattılar. Yarısına inanacak kadar erdemli, hangi yarısına inanacağımızı bilecek kadar eskiydik."