Veda





Çok kederliydi annesi. Kederli olduğunu belli etmemeye çalışmanın verdiği duygusuzlukla bakıyordu oğlunun suratına. Mermerden bir heykel misali, buz gibi ama hayat dolu bakıyordu. Yüzünü okşamak, doya doya öpmek, vedalaşmak istiyordu. Biliyordu ki eli etine deydiği anda boğazındaki düğüm çözülecek, yılların kabuklaştırığı üç oğul anası yüreği kırılacak ve içinden ılık ılık duygular akacaktı. Eliyle örtmek zorunda kaldığı kahkahalar, mermi seslerinden duyulmamış haykırışlar, kış ayazında buz kesmiş insaniyeti ve boş tencerelerin birinin dibinde kaybettiği kadınlığı hep çıkacaktı dışarıya. 
Vakit gelmişti. Oğlu dimdik ayakta, çıt çıkarmadan bekliyordu. 
Anası dayanamadı daha fazla, ne de olsa bir daha görememek vardı yüzünü. İyi bilirdi bu duyguyu.
Kocaman iki adım attı, dibine kadar girdi oğlunun. Sanki bir yabancının karşısında duruyormuş gibi ne yapacağını bilemedi. Sol eli sıkı sıkı mendilini tutarken, sağ eliyle oğlunun kapkara saçlarının arasından fırlamış tek tel beyaz saçı kopardı. Titrek bir sesle "Daha iyi oldu şimdi." dedi.
Saç telini anasının elinden aldı, gözünden yaşlar süzülmeye başladı. Ona babasından kalan son şeydi.

Gürültü



Beş arkadaş da yan yana dizilmişti meyhane masasında. Şimdi sahnede yüzlerce kişilik kalabalığın karşısında evlilik yemini veren arkadaşları, o masada ‘dostluğumuz bakidir’ yemini veriyordu.
On gün ve beş duble öncesinde herşey tertemizdi. Masa örtüsü bembeyaz, meyhaneden meyhaneye giyilen gömlekler tiril tiril, sigara paketleri daha açılmamış, sofra tastamamdı. Hep geç kalan buz da geldikten sonra çıngır çıngır tokuşturulmaya başlanmıştı kadehler.
İlk dubleler şakalara gebeydi. Haydi geçmiş olsunlar, yolun sonu geldiler, bak yol yakınkenler...
İkinci dubleler önceki şakaları yalanladı. ‘Şaka maka helal olsun’ çok dendi.
Üçüncü dublelerde kan fokur fokurdu artık. Bir duygu çökmüş hafif lekelenmiş masa örtüsüne, ne şaka kalmıştı, ne yalan, ne gerçek. Hüzündü bu duygunun adı, korkuydu geldiği yer.
Dördüncü dublelerde hüznü getiren korkuya aşk soruluyordu artık. Yine beş arkadaş yan yana, yine karşılarında evlenecek dostları vardı. Acaba gerçekten aşık mıydı, aşk neydi, var mıydı?
Beşinci dublelerle beraber bir adam daha gelmişti masaya. Aslında o çok önce gelmiş ama, cayır cayır yanan muhabbetin harlı sesinden beş genç de duymamıştı adamın gelip uzun masanın ucuna tek başına iliştiğini. Dördüncü dublelerle beraber sorulan soruların hiç cevabı olmamasından dolayı çok ağır bir sessizlik vardı masada. Masa, üzerindekileri kaldırabilecek son noktaya gelmişti sanki.
İyi ki o adam gelmişti. İyi ki kulak misafiri olmuştu.
Tek başınaydı. Yaşlı, çok zayıf, çok sigara içiyordu ve bir o kadar erdemli duruyordu. Hani eşinin dostunun bir gün bile ayakkabısız görmediği büyükler vardır ya, bu büyük adam işte onlardan biriydi. Gri kışlık takım elbisesi, yeleği, ceketinin cebinde kırmızı mendili, sağ koluna taktığı kurulmayı bekleyen kol saati, yarısı dolu rakı kadehi, yarısı yenmemiş lakerda dilimi, bir dilim kavunu ve bir çorba kaşığı favasıyla oturuyordu.
“Gençler istemeden kulak misafiri oldum kusura bakmayın.” dedi. “İnsan iki kere aşık olur” sağ elindeki rakı kadehini çocuklara doğru uzatıp, “bir sizin yaşınızda” kadehi kendine doğru çekti, “Bir benim yaşımda.”
“Elimiz değdi, kokusu burnumuza geldi, tadı damağımızda kaldı, bir de sesini duyalım şu meretin.” deyip uzattı tekrar kadehini. Tokuşturdular.
“Müsaade edin bir duble de biz ısmarlayalım.” Dedi en uçta oturan genç. “Yok kalkıyorum dedi, karım bekler.”
“Borcumuz olsun” dedi diğer uçta oturan çocuk.
“Zevkin veresiyesi olmaz” dedi, gülümsedi. Kalktı kaşkolunu sardı boynuna, paltosunu geçirdi sırtına, kafasına fötr şapkasını taktı, camdaki yansımasına baktı, yavaş yavaş çıktı meyhaneden.
Adam o kapıdan çıktıktan on gün sonra yine yan yana dizilmişlerdi sahnenin önünde gençler. Adam yanlarında değildi ama, en baştaki genç konuşmasında bahsedecekti hikayesinden. Gerçi konuşma filan olamadı ama, unutulmayacak bir ders oldu.
Adam bir sizin yaşınız, bir benim yaşım demişti. Bir dünü, bir bugünü anlatmıştı. Nasıl başladığı ve şu anda nerede olduğunu. Arası önemli değildi. İlk gün vardı. Konuşmasında söyleyecekti bunu. Arkadaşı ve karısından bahsedip, onların her günü nasıl ilk gün gibi yaşadığını söyleyecek, işte bu mutlu çift sayesinde aşkın varolduğuna inandığını itiraf edecekti.
O sahnede bunları düşünürken bir anda aklına yeni bir soru takıl; peki ya ilk günü nasıl anlayacaktı? Acaba o adam nasıl farketmişti?

O gürültüde deklanşörün sesini duymamıştı bile.