Mutlu Noeller



Onları o geceden çok daha önce tanımıştım aslında.
Kadını yolda kalan bir araba için ağustos sıcağında plastik hortumla başka bir arabadan benzin çekerken, adamı da mucitlik yaparken görmüştüm ilk defa. Tıkır tıkır çalışan oyuncaklar yapardı torunlarına. Benim daha otomatik diyemediğim yaşlarda, onun torunlarının kendi giden arabaları vardı.
Ama ‘onları’ ilk defa o gece gördüm.
Benim için o günden önce dede ve nine figürleriyle anılmayacak değerler vardı. Mesela dedem ve anneannem öpüşmezdi. 50. evlilik yıldönümlerinde adamın karısının ince dudaklarına kondurduğu dolu dolu öpücükle görmüştüm onları ilk defa. Eğer hayatımda tek bir tablo yapma şansım olsaydı, öpüşen o iki yaşlı insanı resmederdim. Onlar çok yaşlıydı ama sanki beraber hiç yaşlanmamışlardı.
Zihnimde o tablonun son fırça darbesini de attıktan sonra yaşlanmaktan bir daha hiç korkmadım. Çok sigara içen veya iyi araba kullanan yaşlılar her zaman beni hayata bağladı. Dövmeli bir dede, kekeme veya r’leri söyleyemeyen bir babaanne kadar olmasa da, hep mutlu etti beni.
O adam ve kadını görmeden önce ihtiyarları hep tek başlarına hayal ederdim. Hasbelkader şehir trafiğinde evine dönen adamı bekleyen karısı veya keyif sigarası içen kadına söylenen kocası olabileceğini hiç düşünmemiştim.

Adam kariyerine tofaş fabrikasında başlamıştı. İlk mesaisinden 15 yıl sonra dolma kalemini cebine, 25 yıl sonra kol saatini bileğine takarak artık adı fiat olmuş fabrikadan emekli oldu. Hayatımda gördüğüm en iyi araba kullanan insandı. En sarsılmayan arka koltuk onun arabasında olmasının yanı sıra, arabayı söküp bir daha birleştirecek kadar iyi bilirdi her yerini.
Kadın hayatında hiç sigara içmedi. Neredeyse her gün aynı çatıyı paylaştığı dört çocuğu, iki damadı, iki gelini ve torunları da hiç içmedi. Dört dili ana dili gibi konuşur, pasif içicilik ne demek bilmezdi.
Kansere yakalandı bir ağustos sıcağında ve 7. torununun okula başladığını göremeden üç ay içerisinde öldü. Sadece hayatının ilk ve son üç ayı yerinde oturdu. Kalan zamanında hep ayakta, hep koşuşturmadaydı. Hep yardıma ihtiyacı olan yolda kalmış bir araba, evdeki 16 kelle ve iki köpeği atlatmayı başarmış kovalanması gereken bir hırsız, uğramadılar diye sürekli darılan bir kaynana kapısı, ev anahtarını unutmuş sarhoş bir tanıdık veya yemek yapmayı sevmeyen bir gelin vardı. Çok iyi ve çok severek yemek yapardı. Evdeki sayısız boğaza allahın her günü, günde üç öğün yemek yaparken, pişmiş sarımsak ve soğandan midesi rahatsız olan kocasına ayrı bir tas çıkarmayı ihmal etmezdi. 

Hızlı adımlarla göçüp gittiğinde bu dünyadan, kocasının ruhu çok aç kaldı.
Ben hiç, hıçkıra hıçkıra ağlayan yaşlı birini görmemiştim.
Hep yaşlılara ağlanırdı.
Karısı öldükten sonra her gün her tarafta ağır ağır adımlarla dikkatlice aradı onu, her günün sonunda hıçkıra hıçkıra usanmadan ağladı.
Evini, odalarını, anılarını her gün adım adım yürüdü, gördüğü her boşluğu karısının bir fotoğrafıyla doldurdu. Duvarlarda yer kalmayınca sanatçı kayınbiraderine büstünü yaptırtmak istedi. Adamcağız daha fazla üzülmesin diye kayınbirader kabul etmeyince sanat okulundan bir öğrenci buldu, kayınbiraderinin yıllar önce yaptığı yağlıboya tablosunu tavan arasından çıkartıp başucuna astı. Onu göremediği her an sanki ondan uzaklaşıyormuş gibi hissediyordu.

Dün gece adam da vefat etti.
Ben hiç, biri öldükten sonra ‘kavuştu’ denildiğini görmemiştim.
Hep kurtuldu denilirdi.
Herkes biliyordu karısına kavuşmak için adım adım ilerlediğini ama kimse bu mutlu kavuşmanın ailesinin yüzyıllardır kutladığı en kutsal doğum gününde olacağını tahmin etmemişti.


Vira Bismillah




Biri lokman hekim, biri terzi, diğeri marangoz üç mümin kutsal yolculuklarının yedinci gününün gecesinde bir göl kenarında soluklanırlar.
Kafir gözlerden ürktüklerinden gece nöbete dururlar. İlk mümin ateşi harlamak için kenara istifledikleri dal parçalarından birini alır, keskisiyle yontmaya başlar. Gözlerine uyku düşmeden keskisini cepkenine kıvırır, diğer mümine devreder nöbeti. İkinci mümin yerdeki nefes kesen ilahe biblosunu görür, aşka ve edebe gelir, çuvalından çıkarttığı kumaş parçalarıyla üst baş diker avuç içinden küçük çıplak bibloya. Güzelce giydirir, nur içinde bırakır bulduğu yere. Rengarenk rüyalara dalmadan önce son mümini uyandırır. Nöbeti devralan lokman hekim basma bezler içindeki bibloyu görünce dayanamaz, huşu içerisinde hayat öpücüğü verir ilahenin ahşap dudaklarına.
“Bana hayat verdin hekim başı, ben de sana üç dilek hakkı veriyorum.” der dile gelen ilahe.
“İlk dileğim arayışımın hiç durmamasıdır. Bir nefesimde bile ‘ben oldum’ çıkmasın ağzımdan.
İkinci dileğim gözümün hiç kapanmamasıdır. Hiç inmesin göz kapaklarım ki, bir an bile karanlıklar girmesin seninle arama.
Son dileğim ise her sabah güne evvelsi gece hiç olmamış gibi başlamamdır. Ocağıma şer çöken geceleri hatırlamayayım ki, sabahında intikam ateşi yanmasın bedenimde.” der.
İki inanan sabah uyandıklarında üçüncüyü bulamazlar yanlarında. Kara kara düşünürler, lokman hekimin kutsal yolculuklarından caydığından endişe duyarlar.
Susar, susuşurlar. Hekimsiz yol gözlerinde büyür, yoldaşlarının akıbetini merak eder, bir mucize düşlerler. Düşünmek ve kendini yok etmek arasındaki ince çizgide sıkışıp kalmışlar, bir ömür ayrılamamışlardır suyun başından.

Bir mümin balık gibidir. Yaşam boyu büyümesi hiç durmaz ve gözlerini hep açık tutar. Hatırlamaz, bu yüzden düşünmez ve maalesef sadece bilir.

İnanan, hep bir mucize düşünür. Aynı ozan Arion’un servetine el koymak isteyen korsanların gazabından korunmak için Apollon’a bir türkü çığırdığı ve Apollon’un kutsadığı balıkların kendisini kurtarmasını düşlediği gibi.

O balıklar, Tanrı dünyayı yarattığı yedinci günün gecesinde gökyüzünü dizerken yıldızların parlak derilerini kıskanmış ve onlara benzemek istediklerini söylemişler. Tanrı yıldızlar gibi parlak derilere sahip olmanın karşılığında onlar gibi sonsuza dek konuşamama şartıyla dileklerini kabul edeceğini söylemiş.

Balıkların kibiri komiktir.
Arion’un türküleri trajiktir.


Suyun Öte Tarafı



Beraber büyümemişlerdi. Ama ikisi de büyüdü.
Bir sonbahar biri mutfak tezgahının üzerinde çiğ kestaneleri görünce anlamıştı büyüdüğünü, diğeri daha sık ve daha uzun düşünürken bulmuştu kendisini.

Birbirlerine ihtiyaçları vardı. Ama birbirlerini tanımıyorlardı.
Öyle bir mevsimdi ki ikisinin de ayrı yerde girdiği, yalnız kaldıklarında düşünceleriyle baş başa kalmak ikisinin de canını sıkıyordu.
Biri canı sıkıldığı için yanında başkasını istemişti, diğeri başkası olmayı beklemekten canını sıkmıştı.

İkisinin de yaşadığı yeri çok eski bir su ayırırdı.
Su iki coğrafyayı bir kere ayırmış, üzerinde yaşayanlar her gün bin kere koparmıştı kendilerini karşı kıyıdan.
Suyun diğer tarafına geçmeyi başarının önce su kenarından uzağa gitmesi, karşı kıyıdan kendisini saklaması gerekirdi.
Diyelim saklayabildi, diğer tarafta onu görecek birine ihtiyacı vardı.
Hadi buldu diyelim, diğerine selam verebilmesi gerekirdi.
Diğeri hiç alamazdı selamını, çünkü ayrı dili konuşurlardı.
Suyun iki yakasındakiler zamanla birbirlerinden o kadar uzaklaşmışlardı ki, biri gündoğumuna biri günbatımına bakar, sanki aynı gökyüzünün altında değillermiş gibi avuçlarını farklı taraflara açar olmuşlardı. Sonunda apayrı dilleri konuşur bulmuşlardı kendilerini.

İlk öğrettiği ‘merhaba’ olmuştu birinin diğerine. Elini uzattığı zaman anladı diğeri merhaba demeye çalıştığını.
Daha sonra bir tiyatro sahnesi gibi kendini tanıtmıştı; ben’i öğretti, sonra sen’i anladı.
Bir haziran akşamüstü biri diğerinin nemli avuçlarını ve alnını görünce anladı ‘utanıyorum’ dediğini.
Biri aynı haziran akşamı ilk defa şerefe demeyi öğretti bembeyaz örtülü, çinili bir meyhanenin üst katında.

Haziran sonunda en sevdiği içkiyi tarif etti biri, suya uzak tepelerden birindeki ağacın altında sabrı öğretti diğeri.
İkisi de hararetli içki masalarında ağlıyordu. Biri içtikçe, diğeri istediği kadar içemiyor diye.

Biri merakı ‘vardığında bana haber ver’ diyerek öğretti. Diğeri onu geceyarısı olmadan karşı kıyıya uğurlarken sandalcının gözlerinin içine bakarak belli etti merakını.

Ertesi sabah daha da erken buluştular.

Bir zaman geçtikten sonra, yan yana uzanırlarken ‘Ben hep birilerini bekledim, ama hep yanlış yerdeymişim’ dedi biri. O günden sonra sofraya ne zaman başbaşa otursalar yanyana çektiler sandalyelerini.

Bu gece suyun kıyısına kurmuşlardı masalarını. Suyun öte tarafına ‘biz’i öğretmek için beraber nefes alıp veriyorlardı sarıldıklarında.

Mektup




Sevgili Julia;

Biliyorum beni bekliyorsun. Biliyorum bana ihtiyacın var. Beni bekleme. Ben gelmeyeceğim artık.

Sen beni, dışardakiler bizi anlamadı. Ben sen değilim. Biz aynı bedene hapsedilmek zorunda bırakılan iki kimliğiz ve bu zorundalık yordu artık beni. Hiç bir hikaye böylesine bir yorgunlukla ilerleyemez. Hikayemizde yorgunluk, geçmişimizde hayal kırıklıkları var. Bu hayal kırıklıklarıyla sorun çözme değil, sorun yaratma kabiliyetimiz oldu.

Bana ihtiyacın olduğunu kim, neden karar verdi bilmiyorum. Sanırım bir korku. Benim girebileceğim sokaklar vardı senin etrafından dolaşmak zorunda olduğun, benim bağırabileceğim kelimelere sen kulaklarını kapatmak zorundaydın, senin bir aksanın vardı benim hiç alışamadığım. Bu birliktelik yıkıcı oldu sanki değil mi?

Ağır gelmesin bu sözlerim sana. Kendine bir sor, her sabah aynaya baktığında beni mi görüyorsun, kendini mi? Hiç omuz omuza bizi görebildin mi o yansımada, yoksa aksimizde bana suratını mı çeviriyorsun? İşte bu düşünceler git gide yıktı beni. Birbirini düşünmenin temel düşünüş biçimi olması gerekirken, ayrı tutulmak zorunda bırakıldık. En baştan tek nüfus kağıdı bahşetmişler bize. Önce benim adım, sonra senin. En sonunda ikimizin soyu. Halbuki biz aynı soydan olmaktan öteyiz. Senin azınlığının benim yalancı çoğunluğuma ihtiyacı olmaması gerek. Benim tek görevimin kem gözlere siper olan bir kimlik olmaması lazım. Ben senim zaten, sen de ben. Bu ayrılık, bu yalancılık çok yordu artık beni. Benden önce annenin okuldaki, babanın askerlikteki isimleri belki de isyan etmedi ama ben artık sadece seni sıkıştığın anlarda kurtaracak isim olmak değil, bir olmak istiyorum.

Sakın yanlış anlama, isyanım aynı bedene iki kimlik sokmaya çalışan babamıza değil -babamız diyorum bozulmuyorsun değil mi?- Kırgınlığım bizi bu mecburiyete sokan bütün tek isimlilere. Tek isimliler kulağa komik geliyor belki ama komik olmayan onların etraflarına çizdikleri çember. Tarih boyunca tek isimlilerin, tek milletlilerin, tek bayraklıların, tek tanrılıların etraflarına çizdikleri çember. Sevdiğimiz şarkının da dediği gibi, ya içinde ya da dışında olmak zorunda bırakıldığın o çember. Onların çemberine girebilmek için bana, senin çemberinde kalabilmen için kendi ismine ihtiyacın oldu her zaman.

Ben yokum artık. İnan bana çok daha iyi böylesi, 60 yıldan fazladır biraz kendin biraz ben olma çabası yormadı mı seni? Beni sadece isim olmak bile yordu, etten kemikten olan senin hissettiğin ağırlığı düşünemiyorum bile. Benim artık olmamam yalnız başına kalman demek değil. Artık sen birsin. Tek kafa, tek kimliksin. En azından ben öyle olmanı diliyorum.

Lütfen daha fazla bekleme beni, zamanın gövde gösterisine yenik düşmüş olursun sadece. Ben gelmeyeceğim artık. Doya doya yaşa kendi ismini, kendi kimliğini.

Bana ihtiyacın olmadığı bir dünya diliyorum.

Sevgiler,

Hülya.

13 B






Naftalin ve nem kokan bodrum katında saatlerdir oturuyordu. Canı çok sıkkındı. Yerin altındaydı ve üst kattan çılgın eğlencenin, çalgının, çenginin boğuk boğuk sesi geliyordu.
Uzak eğlenceye doğru uzanan oniki basamağın başındaki kapı açıldı. İçeriye pus, ılık bir rüzgar bir de çok yaşlı ve çok zayıf bir adam girdi.
Yaşlı adam üç basamağı ağır ağır indiğinde karşısında buldu diğerini.
“Az biraz ön tarafta dursana.” dedi yaşlı olan.
Yerin altının tam aksine yukarıda cümbüş vardı. İncelmiş cam bardaklar şerbetle doluyor, domino taşları şakırdıyor, amber tespihler dönüyor, nargileler fokurduyordu.
Silme dumana boğulmuştu etraf.
Aynı dört yıl önce yolcusu olduğu ME1516 sefer sayılı uçağın kabini gibi.
O kazadan kurtulan iki kişiden biriydi ama hiçbir zaman kazanmış gibi hissedemedi kendini. Başına böyle bir hadise gelmese bilmeyecekti uçağın sefer sayısının ME1516 olduğunu. Sıkıcı bir hayatı yoktu ama o günden sonra da hayatı hiç değişmemişti.
Yaşlı adam elindeki çay bardağına baktı, suratındaki ifadeyle “Niyetli değil misin?” diye sordu.
“Ağustos’ta oruç zor oluyor” dedi genç adam.
“Sen daha dur, bu benim ikinci Ağustos’um” dedi yaşlı adam dile gelebilecek en duygusuz şekilde.
Bu mücadeleden de yenik ayrıldı kazazede.

Yaşlı adam dükkanın kapısının bir adım önüne bıraktı onu. Aklına bir anda çocukluğunda dinlediği Simurg masalı geldi genç olanın. Kaf Dağı’nın ardında yaşayan kuşların sultanı Simurg. Bir yolculuk masalıydı bu. Bütün kuşların sultanlarını aramak için çıktığı yolculuğun masalı. Yol boyunca kuşların kimisinin aşk denizine dalıp boğulduğu, kimisinin hırs ovasına saplandığı, bazısının kıskançlık gölüne saptığı yolculuk.
Rivayete göre yolculuğun sonunda sadece otuz kuş varabilir Kaf Dağı’nın ardına. Sultanları Simurg yoktur ortada ama kelimeler vardır. Si-, yani otuz. -Ömürg, yani kuş. Otuz kuş anlar ki, aradıkları sultan kendileridir. Ve gerçek yolculuk, kendine yapılan yolculuktur.
Simurg’un tüyünü elinde tutan, ihtiyacı olunca yakıp kuşların sultanını çağırabilirdi. Simurg gözyaşlarıyla bütün yaraları kapatır, her derde deva olur, bütün acıları dindirirdi. Çocukluğunda dinlediği masal kahramanlarının korkusuzluğu ellerinde tuttukları bu tüyden gelirdi. Ölüm bile bir son değildi onlar için artık.
O da ölümden korkmuyordu kazadan beri. “Ne de olsa her gün hazırlanıyormuşuz ölüme” diye düşündü.
ME1516 yolcusu olduğu o gün geleceği görmüş, geri dönmüş ama yine de farklı yaşamamıştı.
Çok temiz kalpli biriydi, ikinci Ağustos’u görmek umurunda değildi. O kazadan sonra hiçbir zaman haklı çıkmaya çalışmadı, sadece mutlu olmayı öğrendi.
Diğer kurtulanı merak etti, sonra canı bir çay daha çekti.