Masanın başında üç kişilerdi.
En solda hacı meyhaneci oturuyordu. Kendini
bildi bileli gözlerine karalar indiren bir baş ağrısından şikayet ederdi. Hekim
efendi karasu hastalığı demiş, çok ışıkta ve gürültüde durmamasını
tembihlemişti. Hepi topu 4 lüks lambasıyla aydınlattığı meyhanesi her zaman
loştu fakat gürültüye bir şey yapamıyordu. Her gece eve ağrıdan gözleri yaşlı
döndüğünde eşinin dostunun yalvarmalarına kulak asmaz, meyhanesini asla başkasına
emanet etmezdi. Hakkını vermek lazım, işine karşı titizdi ama ağrılarının bile
önüne geçen bu hırsın asıl nedeni komi hesap kitapla, aşçıbaşı terazinin kantarıyla
oynar diye duyduğu evhamdı. Her sabah meyhanesini bizzat açar, son sarhoş hamalın
küfesine yerleştirilinceye kadar işin başında dururdu. Meyhane gürültüsü her
gece sonunda başına ağrı olarak saplana saplana bütün hafta birikir bir daha da
geçmezdi. Yaşlı kalbi yarım sürahi şaraba dayanamayan köy muhtarının cenazesine
katıldığı gün bir mucize gerçekleşti. Ne hikmetse meyhanenin gürültücü
müdavimleri çıt çıkarmadan namaza durduklarında meyhanecinin ağrılarından eser kalmamıştı.
İlacı tenhanın değil, aynı kalabalığın sessizliğiydi. Ya On Emir’e karşı çıkıp
her hafta birinin canına kıyacak, ya da ağrılardan mustarip kafasını kullanacaktı.
Velhasıl meyhaneci her cuma cami kubbesinin altında bir araya gelip sessizce
niyaz eden meyhane müdavimlerinin arasına ilaç niyetine usul usul sokulmaya
başladı. Kaderin cilvesi bu ya, cuma namazı gavur meyhanecinin dermanı olmuştu.
İşte bu yüzden yıllardır onu her cuma en ön safta gören köy halkı meyhanecinin
imana geldiğini zannedip, ona hacı lakabını bahşetmişleri. Baş ağrısı
azalmasına azalmıştı ama vicdan azabına da bir çözüm gerekirdi.
Ortada oturan meyhanecinin sakar komisiydi. Sanki
zembereği kurulmuş gibi hafta sonları bir, hafta içleri iki saatte bir elindeki
tepsiyi yere düşürür, pilaki piyaz pilav, kap kacak, çatal bıçak ne var ne yoksa
yerde patlardı. İşin aslı sakar filan değil, emir kuluydu. Müdavimlerin içki sohbeti
harlanıp gürültü meyhaneciye iğne gibi saplanmaya başlamadan, patronunun
talimatı üzerine elindeki tepsiyi çaktırmadan yere bırakıverirdi. Korkunç
şangırtı akşamcıların gürültüsünü bıçak gibi keser, kendilerine geldiklerinde
daha kısık sesle kaldıkları yerden devam ederlerdi. Gürültünün yine tavan
yapması kalabalık günlerde bir, boş zamanlarda iki saati bulur, vakit
geldiğinde komi tepsiyi bir daha yere bırakırdı. Meyhanecinin bir nebze olsun
kafasını dinlemesini sağlıyordu ama ahalinin gözünde sakardı ve köy kuruldu
kurulalı sakara kız verilmezdi.
Üçüncüsü köyün edepsiz feylesofuydu. Yaşıtlarından
yıllar önce okuma yazmayı sökmüş, saban yerine kalem, bağ bağca yerine ilim
irfana dalmış, bir zamanlar köy ahalisinin medar-ı iftiharıydı. Hele hele
yazmaya karar verdiği kitabı duyan köylüler muazzam ümitlenmiş, köyün şanının
yürüyeceğini, çevre köylerin kıskançlıklarından çatlayacaklarını düşünmüşler,
hatta Kaymakam Bey’in takdirlerini bizzat sunmak için köyü ziyaret edeceğini iddia
edenler bile olmuş. Ensesinde ahalinin nefesi, bağ evine kapanıp şaheserini
yazmaya başladıktan ondört yıl sonra hanımı kahrından ruhunu Azrail’e, feylesof
da altıyüz küsur sayfalık ilk nüshasını matbaaya teslim etmiş. Aksilik bu ya, günbegün
artan heyecanından dolayı kitabın adını ‘Tenasüh’ yerine ‘Tenasül’ yazınca önce
bütün köyün alay konusu olmuş, derken çevre köylerde ibret olarak gösterilmiş, en
sonunda da Kaymakam Bey’in makamında vatandaştaki ahlak yoksunluğu nutuklarında
anlatılmış. O günden sonra ne köy ahalisi feylesofun yanına yanaşmış ne de
ağzından bir kelime duyan olmuş. Elinden kalemi bırakıp, kendini meye vermiş.
Gelen trendeki çığırtkanın sesiyle irkildiler;
“Ey ahali! Duyduk duymadık demeyin! Yedi
düvelin en muhteşem gösterisi Babil vilayetinden köyünüze teşrif etmiştir!
Altı balık üstü kul Gahşigar’ı, çıplak
elleriyle yeni dünya öküzünü tuş eden alt dudağı yerde üst dudağı arşta Marûni’yi, acar kahraman Alâeddin’in cihanın merkezinden çekip çıkardığı,
ovdukça içinden üç dileğe derman olan ecinnisinin çıktığı efsunlu lambayı kendi
gözlerinizle görün!”