Duyarsız Duvar



“Kalk lan uyuma, gelir birazdan.”
“Bırak ya, karışmasana. Herif mis gibi dinleniyor.”
“Dinleniyor da n’oluyor?”
“Senden benden kafalı oluyor.”
“Ben daha az uyuyorum, daha uzun yaşadım ondan yani.”

Üçü de aynı yaştaydı. Bitişik beşiklerde doğmuş, aynı mahallenin çocukları. Kardeş gibilerdi. Hep aynı yaşta kalacaklardı.

Ağustos böceklerinin ağustos ayında ortaya çıktığı zamanlardı. O kadar gürültü çıkartırlardıki, sıcak hava bütün hayatla beraber sesleri de kavurduğu zaman, insanın en ufak esintiye kulak kabartmasına izin vermezlerdi. Onlar sıcak diyorlarsa sıcaktı.

Üçü hep beraberdi. Hiç bir zaman tek yakalanmayan ağustos böcekleri gibi. Zarar vermezlerdi, ama bir araya geldiklerinde can sıkarlardı. Zararsız çocuklardı, korkmazdı kimse. Ama sokakta üçünü bir arada gören, görmemezlikten gelirdi.

“O ne elindeki?”
“Eşek. Ben yaptım, osuruk ağacından. Nasıl olmuş?”

Sağ elinde bağ bıçağı, sol elinde ahşaptan yonttuğu eşeği diğerine uzattı. Yeşil yeşildi ağacın gövdesinin halkaları. Sıcak dokunduğunu yakıyordu, daha elden ele geçmeden sararmıştı halkalar. Çocuğun avuç içi kadar eşeğin kabası bitmiş gibiydi. Dört bacağı, kafası belirmişti.

“Kuyruğu nerede bunun?”
“Dur yapıyoruz işte. Önce kabasını bitiriyorum”

Babası marangozdu. Civarın en iyi marangozu. Hem de öyle bildiğimiz talaşlar içinde sabah akşam doğrama yapanlardan değil, gerçek bir sanatçıydı. İnce uzun keski onbirinci parmağıymış gibi çalışırdı.
Babası gibi marangoz olmak istiyordu. Cana kaybettiği canı tekrar katmak, ölümsüzleştirmek istiyordu. Üstelik parmakları babasınınkinden daha ince, daha uzundu.

“Kuyruksuz eşek mi olurmuş?”
Geri verdi eşeği.
“Yapacağız dedik ya. Çok biliyorsan kendin yap.”
“Daha güzelini yaparım. Kuyruğu yok, kulağı yok, rengi yok bunun. Gözlerini kahve tohumuyla, dudaklarını süs biberi kırmızısıyla boyarım, hatta bir de semer çizerim sırtına taze ceviz kabuğunun yeşilinden. Ruh gelir, renk gelir, bir bakarsın kişnemiş!”
“Hadi lan oradan!”

Babası duvar boyacısıydı. Suyun öteki tarafından getirirdi boyalarını. Her biri farklı topraktan çıkan, farklı güneşte kurumuş, farklı yağmurların incelttiği boyalarını. Öyle bildiğimiz üstü başı kireç olmuş boyacılardan değildi. Mucitti. Renk keşfederdi. Onun için safran baharat, su hayat, tezek yakacak, kan korkulacak, kemik ite atılacak şeyler değildi. Hepsi icatlarının bileşeniydi.

Bir çan sesi geldi güneşin doğduğu taraftan.
“Aha geliyor.”
Bağ bıçağının dibiyle uyuyan çocuğu dürttü.
“Kalk geliyor.”

Sanki uyumuyordu. Uyandığı zaman kısa bir sersemlik yaşar ya insan, hani saçı bile hala uykudadır. Onda bu işaretler hiç yoktu işte. Hemen açtı badem gibi gözlerini, doğruldu.

Babası çobandı. Hem de öyle yöre halkının yaptığı gibi mevsimlik çobanlık yapmazdı, üç kuşaktır aynı kepenek baba sırtından oğul sırtına geçmişti. Mezbahalar, kasaplar, aşevleri sıraya girerdi onun hayvanlarının etini kesmek için. Çünkü çobanlığın otlatmaktan değil, beslemekten ibaret olduğunu bilirdi. Kuzularını dağların en tepelerindeki en bakir kekikliklerde, iki ayaklı hiçbir canlının su içmediği derelerin sularında beslerdi. Öyle kolay değildi uzaklara gitmek 35 küçük başla.  
İnsan elinin değmediği yerde yaban daha da cesur olurdu. Etlerinin lezzetini sadece civar köylerdeki eloğlu değil, civar tepelerdeki bütün kurtlar ve çakallar da bilirdi. Söylentiler odur ki, daha ağıldan çıkar çıkmaz kuşlar kurtlar yolunu izlermiş babasının, doğru zamanı bekleyip ziyafetlerinin üzerine çökebilmek için. Bu edepsizlerden kendini, şanını ve ekmeğini korumanın en iyi yolu uyanık kalmaktı. Uyurken bile uyanık olma, bir kulak toprağa yaslanmışsa, diğer kulak illa ki havayı dinleyerek yatmak. Çoban dediğin en ufak seste ok gibi ayağa kalkmayı bilmeliydi. Uyanır uyanmaz etrafı cam gibi görebilmek için gözyaşı torbalarını ökse otuyla uyuşturur, çapak olmasına izin vermezdi. Bekçi köpeğinin üçgen kulaklarının sivri tepelerini kesmişti, yağmur damlaları, böcek vızıltısı, rüzgar uğultusu kulaklarının içine dolar, hayvan da uyanık kalırdı hep.

Zıpkın gibi fırladı yerinden. Gözlerini ovuşturmadı bile. Hemen atladı taşlardan aşağı ileriye doğru koşturmaya başladı.

Arkadaşları duvarın üstünde artık iyice ufalmıştı. Büyük bir kayanın arkasında yerini aldı. Çan sesini geldiği yöne doğru baktı. Arkadaşlarından biraz daha ufak, biraz daha uzaktaki karartıyı gördü. Sağ elinde kağıda çizilmesi neredeyse imkansız yuvarlaklıkta ayva kadar bir taş tutuyordu. Bekledi.

Kervanbaşı eşeğinin üzerinde sigarasını yakmaya çalışıyordu. Ağzında daha gün doğmadan sardığı sigarası, sağ elinde yadigar çakmağı, sol eli eyerin kaşını tutuyorla tutmuyor arası. Yadigar çakmak bir türlü yanmak bilmez, herifin sigara keyfini geciktirmek için elinden geleni yapardı. Herif zehir gibi tiryakiydi, ama çakmağı yüzünden yolculuk yaptığı günlerde üç dört sigaradan fazla içemezdi.  Eşeğin her adımıyla çakmağı çakıyordu. Saatlerdir ona eşlik eden bir ritim olmuştu adeta “çat, çat, çat, çat...”
Çakmak sonunda imana gelmişti, artık taşı bitti bitecek derken, kocaman bir sesle yandı! Mutlulukla büyüdü göz bebekleri. Sigarasını tam yakacak, farkettiki ses ne çakmağın ne toynağın sesine benziyordu. Biraz daha ilerideydi.

Artık kervanbaşını iyice görebiliyordu. Adam uyukluyor gibiydi eşeğinin üzerinde. Sağ elinde yüzüne yakın tuttuğu birşey vardı, anlam veremedi. Adamla arasında 3 telgraf direği mesafe vardı, ellişerden yüzelli metre eder. Birinci telgraf direğinin hemen önünde yola ismini veren çınar. Doğruldu saklandığı yerden, sağ elindeki taşı olanca gücüyle çınara doğru fırlattı. “ÇAT!”

Taş çınarın gövdesinde patladı. Bir müddet bir kısım ağustos böceğinin sesi kesildi, çocuk şöyle bir sırıttı, adam sigarasını yanan çakmağa yaklaştırdı.
Çınarın gövdesinde insan yüzü büyüklüğünde bir delik vardı. Taşın gövdede patlamasıyla beraber içeriden önce bir vızıltı yükseldi, sonra bir karartı çıktı dışarıya. İki üç parmak boğumu büyüklüğünde, kahverengi kıçlı, sapsarı kafalı eşek arıları fırladı kovuktan dışarıya. Hepsi birbirinden sinirli, bu oyundan sıkılmış düzinelerce etobur. Yolun üzerinde toplandılar bir insan suratı gibi, surat kaşlarını çattı ve bir telgraf direği uzaktaki hareketi gördü. Bu oyunun bir son bulması lazımdı artık, intikam vaktiydi. Ok gibi fırladılar kervana doğru. Ok gibi fırladı oyunu başlatan çocuk çıktığı deliğe doğru.

Çakmağın yanmasına sevinen gözler, şimdi ileriden gelen karartıya anlam vermeye çalışıyordu. Sigarası kurumuş dudaklarına yapışmış, isyan ediyordu artık. Elinde olsa kendi uzanacak, atacaktı ucunu ateşin ortasına. Kervanbaşı ona doğru gelen karartıyı anlamaya çalışırken unuttu sigarasını, yakamadı. Kaşla göz arasında yetişti arılar kervanbaşına.
Yorgun eşeğin kahverengi gözleri kocaman açıldı, kıpkırmızı dudakları uzadıkça uzadı, tükürükler saçarak, yeşil eyerinin üstündeki kervanbaşını sağa sola savurarak koşmaya başladı. Sigara ağzından düştü. Eşek gençlik günlerindeki gibi çifteler ata ata kervan develerinin arasına daldı. Develer huysuz, huzursuz. Zaten sinirliler bacakları kadar eşeğin günler ve gecelerdir en önde gitmesine, yaptığı bir işmiş gibi onlara yolu göstermesine. Develer da kaçışmaya başladı sağa sola. Küfelerdeki hurmalar, balya balya süpürge otları, bal küpleri ve bütün öte beri etrafa saçıldı.

Duvarın üstünde üçü de oturuyor, kıkırdaya kıkırdaya izliyorlardı olan biteni. Uzun bir süre hiç konuşmadılar.

“Lan eşeğin kuyruğu yoktu.”
“Kuyruksuz eşek mi olur ya.”
“Yazık kuyruğu olsa kovalardı arıları belki.”
“Olsun. Daha az gülerdik.”
Hep beraber tekrar gülüştüler.


Kervanın geçtiği yol güneş kadar eskiydi. İlyada destanının yazıldığı günden beri yolun etrafında birbirlerine bitişik beşiklerde doğmuş çocuklar aynı oyunları oynar, aynı duvarın üzerinde sır gibi saklanması gereken kahkahalar atarlardı. Her kanadında acele olan ağustos böcekleri sadece ağustos ayında ortaya çıkardı. Şarbon palazı mikrobu eşeklere uçan böceklerden bulaşır, kuyruklarını kemirip döker, diğer uçan böceklerden kendilerini koruyamaz hale sokardı.

Direnç




Şehrin en eski sayfiye mahallesinin en eski evinde oturuyordu İmren. Sadece kulağa hoş gelen bir eskilikti onun evininki. ‘Ne harikaymış kim bilir zamanında’ dedirten, ev kadar masraf ettirecek, çok eskilerde kalmış bir eskilik.
Kibar, hiç işi olmayan ama hep acelesi olan, hiç gereği olmadan hep düzgün giyinmeye çalışan yalnız biriydi. Mahalledeki herkesin tanıdığı, hakkında hep mişli geçmiş zamanlı cümleler kurulan adamlardan biriydi işte.
Evinin karşısındaki aşı boyalı bir köşkte otururdu İmren’in deliler gibi aşık olduğu genç kız. Buralı değildi, yabancıydı, uzakbatıdan gelmişti ailesiyle beraber. Salıncağı vardı bahçesinde, köşkle yaşıt yasemin ağacı, bahçıvanı, bostan kuyusu vardı.
İmren’in televizyonundan daha renkliydi kızın hayatı. Evde sürekli birileri olur, salıncak sallanır, oyunlar oynanır, güzel sohbet edilir, bol bol gülünürdü. Renkli renkli gençler, anlayışlı büyükler ve hep mutlu insanlar vardı. Kızın ne İmren’den haberi vardı, ne kendisine duyduğu hayranlıktan.
Mahalle sakinleri zorla İmren’i baş göz ettikleri zaman genç kız ve ailesi meydana gelmiş, mutluluklar dilemiş, bahçeden topladıkları çiçeklerle yaptıkları kocaman buketi sunmuşlardı.
Çiçeklerin ne kadar uzak, ulaşılmaz gelen bir güzelliği vardı. Oysa İmren’in evinin hemen karşısındaki bahçeden gelmişlerdi.
İmren göçüp gittiğinde oğlu Direnç 4 yaşındaydı.
Direnç ve mahallenin diğer çocukları büyürken mahallenin seyri de değişmişti. İmren yıllarca yüksek gül ağaçlarının arkasındaki köşkün bahçesinde olanlara mutlulukla, kendi bahçesinde olamayacaklara hayıflanarak bakmış, hayranlıkla izlemişti içerisini. Hiç kapıyı çalıp adım atmayı, dahil olmayı, benim de hakkımdır demeyi aklından geçirmemişti. Beni istemezler, çalacağım kapı zilini duymazlar diye çekinmişti. Hem mahalleli ne derdi sonra? İmren’i evlendiren mahalleli o aşı boyalı köşkün bahçesini çok renkli, çok tehlikeli, çok ‘öteki’ bulurdu.
Oğlu Direnç köşkün bahçesine imrene imrene bakmakla kalmamış, altı yaşındayken içeriye girmiş, babasının aşkının kızıyla arkadaş olmuştu. O salıncakta beraber sallanmışlar, daha da büyümüş yasemin ağacının çiçeklerini beraber toplamışlar, o bostan kuyusunun başında nişanlanmışlardı.
Direnç’ten önce mahallede kimse gülmeyi bilmiyordu. Unutmuş değillerdi, hiç öğrenmemişlerdi.
Bugün 64 yıldır evli Direnç Bey. Babasını hayal meyal hatırlıyor.
64 yıldır beraber gülüyorlar hanımıyla. Ve her çiftte olduğu gibi, onların da beraber gülmesi mahalleliye birçok şeyi anlatmaya devam ediyor.