Aidiyet



“Gel hele gel...” diye çekiştirdi kolundan garsonun. Saati üç beş liradan akşam 6 sabah 2 çalışmışlardı. Canları çok sıkkın, ter içinde ve yorgunlardı. ‘Hele gel’ çağrısına gidilmemesi için bir neden yoktu. İki garson bulaşıkhanenin kapısına yanaştılar. Her zaman bulaşıkhane olmazdı davetlerde. Genellikle davetlilerden kalanlar gece kamyonete doldurulur, yıkanmak üzere depoya götürülürdü. Bu davetin kendisi de, sıkıntısı da, ama bulaşıkhaneden dolayı eğlencesi de büyüktü. Kapının eşiğinde durup içeriye göz attılar. Bulaşıkhanenin tertemiz kalaylı tezgahı, ayna gibi parlatılmış kap kacak dolapları, boş bulaşık sandıkları, üç tane veledin içinde tüm yazı memnuniyetle geçirecekleri büyüklükte bulaşık küveti ve tepesinde solgun bir davlumbazı vardı. Odanın diğer tarafında bulaşıkçı bulaşık makinesinin önünde dizlerinin üzerine eğilmiş tapınırcasına düğmelere bakıyordu. Ayağa yanındaki boş bulaşık kasalarının içine, tezgahın üzerine şöyle bir baktı son kez. Makinenin han kapısını andıran kapağında kendi siluetini belli belirsiz görüyordu. Garson bir an akisleri göz göze geldi sandı, çekti kafasını içeriye. “Bak şimdi” diye fısıldadı yanındakine. Göz ucuyla eşikten içeriye bir kere daha baktı, parmaklarının ucunda bulaşıkhaneye süzüldü. Masaya çıt çıkarmadan vardığında önlüğünün cebindeki ucu tereyağlı kahvaltı bıçağını çoktan çıkarmıştı. Bıçağı masaya bıraktı ve gerisin geri siper aldığı kapı eşiğine geri döndü. Diğer garsonu dirseğiyle dürtüp kıkırdamaya başladı.
Bulaşıkçı ritüelini bitirdi, kocaman kırmızı şalteri indirdi. Makine çağlamaya, devasa tamburu yavaş yavaş dönmeye, pervanesi zangırdamaya başladı. Yan taraflarındaki havalandırmalardan ılık ve ekşi kokular yükselmeye başlamıştı. Garsonlar bulaşıkçının suratını görmüyorlardı ama gözlerini kapayıp bu sesleri bir senfoniyi dinler gibi dinlediğini biliyorlardı. Bulaşıkçının 400 kişilik servisi elleriyle yıkama derdinden kurtulduğu için bu kadar mutlu olduğunu sanıyorlardı. Elbette gecenin yükü kolaylamıştı ama makinenin de ayrı dertleri vardı. Bu kadar tabak çanak ve bardağı tek seferde, kırmadan, çizmeden dizmek büyük hüner demekti. Bulaşıkçı işinin hakkını verirdi. İşine saplantı derecesinde aşıktı. Hiç bir bulaşık yığını aynı makineye iki kere aynı muntazamlıkta dizilemezdi. Hepsinin yeri ayrı, hepsinin yeri özeldi. Ailesinde otomobil monte eden, duvar düzenler onaylamasa bile o da endüstriyel devrime bulaşıkları dizmesiyle katkıda bulunuyordu. Kafasında bu düşüncelerle makinenin önünden doğruldu, etrafına son bir kez gururla bakarken tezgahın üzerinde sırıtan kahvaltı bıçağını gördü. Dinine imanına küfredilmiş gibi dişlerini kenetledi, dudağını ısırdı. Masanın başına koşarken neredeyse tökezliyordu. Bir eliyle bıçağı aldı, diğer eliyle masaya okkalı bir yumruk indirdi. ”Lan!” diye bağırdı boş odaya. Nasıl görmemişti ufacık bıçağı, nasıl adapte olacaktı makinenin içindeki şahesere bu parça? Öyle alelade köşeden sıkıştırılamazdı içeriye, bütün denge bozulurdu. Hızlı adımlarla makinenin başına döndü, bir yandan iki parmağıyla bıçağın ucunu mıncıkladı. Tereyağı diye düşündü...Garip, bugün tereyağı servis edilmemiş olması lazımdı...Sinirleri çok bozulmuştu.
Bunları kendi kendine söylüyor, içinden küfrediyor sanmıştı ama eşikteki garsonlar dinlemişlerdi bütün tiyatroyu. Davetlerde bulaşıkhane olması onlar için veli nimetti. Her seferinde iş bittikten sonra bulaşıkçıya bu meslek şakasını yapar, sonra götü boklu bir kahvaltı bıçağı, bazen bir küllük veya çay tabağı için kendini harap edip bütün makineyi tekrar boşaltıp doldurmasını izlerlerdi. Bulaşıkçının işi uzundu. Makinenin içindeki bütün rafları indirdi, kasaları masanın üzerine koydu. Tek tek çıkartıyordu bulaşıkları...İçine izmarit doldurulmuş kuru yemiş kaseleri, biraya viski katılmış rakı kadehleri, kenarında ruj izi olan bir küllük...”Yuh!” dedi kendi kendine...
Eve vardığında hava ağarıyordu. 3 göz evinin iki yanındaki damları yıkan belediye dozerinin yanından geçti, işgal ettikleri arsa çocuk parkına denk geldiği için belediyenin dokunmadığı gecekondusunun kapısına vardı.
Kapıyı açınca burnuna kesif bir alkol ve havasızlık kokusu doldu. Kimseyle karşılaşmak istemiyordu. Mutfakta dayısını gördü. Mutfak masasına oturmuş, akşamdan kalma ağzı yarım açık, iki günlük sakalının kenarına salya sızdırıyordu. Üstünde yıllardır giyilmekten dirsekleri parlamış, dördüncü astarı görmüş kahverengi takımı, düğümü göbeğine kadar indirilmiş vişne çürüğü kravatıyla horulduyordu. Son takatini de üstü lekeli kravatı çıkarırken harcamış, çözmeyi de beceremeyip uyuyakalmıştı.
Masanın üzerindeki onlarca sanat galerisi kitapçıkları, fotoğraf sergisi broşürleri, mezunlar derneği duyurularının yanına sabah işe giderken aldığı gazeteyi bıraktı. Gözü masadaki bukle bukle kadın peruğuna ilişti, eline alıp burnuna götürdü, suratını ekşitti.
“Kalk yerine geç” dedi dayısına buzdolabına doğru yürürken.
Dayı kan çanağı gözlerini açtı.
“Nerde kaldın ya, hani makina vardı?”
“Tereyağ mı istettiniz siz?”
“Yoo...On gün önceki davetteydi o.”
“İyice dağıtmışınız bu sefer.”
“He ya, uzun sürdü...bak ama bunu cebe attım çıkarken” dedi ve cebinden küçücük bir saksının içine dikilmiş avuç içi kadar bir kaktüs çıkardı.
“Vestiyerde duruyordu bu...”
“He ya, anan da kürk aşırdı bir tane...” diyip öksürmeye başladı.
“Allah aşkına küllükteki ruj lekesi neydi?”
Kahkaha atmaya başladı dayısı. “Madam sapıttı bu sefer...ordövrlerle şarap, pastayla köpüklü şarap...bir de en son viski dağıtılınca...küllüğü kadeh zannetmiş...”
“Şu peruğunu havalandıralım” dedi dayısı masadan ağır ağır kalkarken ve “Yakında var mı başka davet?” diye sordu.
Tel dolabın yanındaki takvime baktı bulaşıkçı. “Çarşamba Yunan konsolosluğunda kadın fotoğrafçıları sergisi var...”
Dayısı yer döşeğine varmıştı bile çoktan.

3 göz gecekondu halkı davet edilmedikleri davetlere girerlerdi. Çoluk çocuğa kuru pasta ve şeker, muhabbet kuşlarına kuruyemiş araklarlar, dayı bıkmadan, madam bıktığından her nevi alkolü tüketir, davet edilenlerin vestiyerde unuttuğu ceketlerin ceplerine kaktüs, sağlamsa çatal, bir keresinde altın bilezik, genellikle çakmak, sigara paketi, kalem, broşür vesaire koyar eve dönerlerdi.

Bulaşıkçının hayalinde makine mühendisi olmak vardı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder